devamı için görselelre tıkalyınız
Aradan günler geçer, delikanlı sürekli genç kızı düşünmektedir. ‘Aşk denilen şey bu olmalı’ der ve genç kızı yeniden görmek için o gece öğrendiği adrese genç kızın evine gider. Kapıyı çalar ve ismini bile bilmediği genç kızı sorar. Kapıyı açan kadın “Kızım 2 yıl önce vefat etti” deyince delikanlı şaşırır, henüz birkaç gün önce tanışmışlardır. Tanışma hikayelerini anlatırken kadın üzüntüyle kendinden geçer. Evde yaşanan küçük panikle baygın kadın ayıltılmaya çalışılmaktadır. Delikanlı ise duydukları karşısında şaşkındır.
Aile sakinleşince olayı detaylarıyla paylaşırlar: Kızları iki yıl önce iki arkadaşlarıyla eğlenmeye çıktığı bir gece eve dönerken yolun az aşağısında trafik kazası yapmışlar ve bu kazanın sonucu üçü birlikte hayatını kaybetmiştir. Delikanlı hala anlatılanlara inanmakta güçlük çekiyordur, genç kızla birkaç gün önce tanıştığında ısrarcıdır. Genç kızı tanıştıkları zaman üzerindeki kıyafet detayına varıncaya kadar tarif eder. Tarif ailenin vefat eden kızlarına uyduğu gibi anlatılan tarifteki kıyafet de genç kızın kaza gecesi üzerinde olanın aynısıdır. Fotoğraflar gösterilir ama delikanlı ısrar eder: “2 yıl önce ölmüş olamaz, daha geçen gece tanıştık, konuştuk…”
Bu sefer şaşırma sırası ailededir. Delikanlıyı da yanlarına alarak kızlarının mezarına ziyarete giderler. Delikanlının tanıştıkları gece üşümesin diye genç kızın omuzlarına bıraktığı ceket mezarın üzerindedir.
Evet, unutulmayacak bir diziydi Aşk-ı Memnu. Seveni de, eleştireni de boldu ve bitti. Bihter intihar etti, Behlül berduş oldu, Adnan Bey ile çocukları yeni bir hayata başladılar ve geçen hafta boyunca hep onlar konuşuldu. Sanırım bir ben bitiremedim diziyi... Zira aklım ve gönlüm tek bir sahnede takılı kaldı: Adnan Bey ölen eşinin mezarındadır, arkada harika bir Boğaz manzarası görünmektedir. Matmazel usulca yaklaşmıştır ve 'Konuşmamız lazım' demiştir. İşte o sahnede... Fakat ne Matmazel'in anlatacakları, ne Adnan Bey'in korku ve endişeyle gerilen yüzü... O sahneden bana kalan, mezarın biraz uzağında mermere oyulmuş kalp motifleriydi.
Hikayesine gelince, yıllar öncesine dönelim şimdi... Firdevs Öznur Hanım Ankara'da, varlıklı bir ailenin tek kızı. Yıl 1959. Robert ise NATO'da görevli 21 yaşında gencecik bir asker. Bir arkadaşını ziyarete geldiğinde, apartmanın merdiveninde görüyor Öznur Hanım'ı. Hemen o an, orada aşık oluyor. Öznur Hanım kısa boylu, küçük elli mini minnacık genç bir bayan. Robert ise 1.90 boyunda sırım gibi delikanlı. Amerikalı asker öyle vuruluyor ki, Firdevs Öznur Hanım'la aynı apartmanda yaşayabilmek için arkadaşını ikna edip ev değiş-tokuşu yapıyor. 'Beni gördüğünde tutulmuş. Ben çok kısa boylu biriyim. İnanamadım. Arkadaşına, 'Biblo gibi. Onunla evlenmeliyim' demiş. Ne zaman karşılaşsak son derece kibarca bana olan tutkusunu anlatırdı. O günlerde babamı kaybetmiştim, kimseyi görecek durumda değildim. Böyle iki sene geçti. Araya teyzemi de sokup ikna etti beni. Ben de sevmiştim elbette ama asıl onunla evlendikten sonra tutkuyla bağlandım.'
Tanıştıktan iki sene sonra Robert Claridge muradına erer ve Firdevs Öznur ile evlenir. 'Kimi görse 'Ben dünyanın en mutlu erkeğiyim' derdi. Gözümün içine bakar, beni nasıl mutlu edeceğini bilemezdi. Evlenmeden Robert'a 'Evlendiğimizde annem de benimle yaşayacak. Sizin kültürünüze zor gelebilir. En baştan kabul edeceksen yola çıkalım' dedim. Onu da kabul etti. Evlendik ve Washington'a gittik. Ev tutup yerleştik. Bir yıl sonra da annem geldi. Tam düzenimizi kurmuşken Robert'in tayini yine Ankara'ya çıktı, geri döndük. '